Depremden çıkardığım(ız) dersler
...
(Kahramanmaraş merkez- Narlı-Pazarcık- Nurdağı-Türkoğlu /
Gaziantep merkez/Osmaniye merkez izlenimlerim)
Deprem bölgesinde kendi adıma çıkardığım dersleri/gözlemleri paylaşmak istiyorum. Daha sonra başta Bursa’mız gibi deprem şehirlerinin şimdiden alması gereken tedbirler noktasında bazı hatırlatmalarda da daha sonra bulunmak istiyorum. Aşağıda sıraladığım tespitlerimden amacım “eleştiri” listesi sunmak değildir. Üstünde odaklanmamız gereken hayati kategorilerdir. Deprem yaşamamış şehirlerimizin bu eksiklikleri-tutumları tekrar etmemesi amaçlı hatırlatmalardır.
1) Deprem “olağanüstü” bir olay değil; Dünya, parçalı kıta tabakaların hareket halinde olduğu bir gezegen ve ülkemiz bu özelliğin en yoğun olduğu ülkelerden biri. Dolayısıyla güneş gibi, ay gibi, gece ve gündüzümüzün bir “parçası/ayeti/doğa unsuru” olan bir gerçeğimiz var: Biz “hareketli toprak” üzerinde yaşıyoruz. Üzgünüm, bu gerçekliğe rağmen; “Hareketli toprak üstünde yaşama” kültürümüz henüz ve inatla gelişmiyor/geliştirilmiyor. Bu şu demek; geçmiş deprem tecrübelerimize rağmen; ne deprem hakkında bir farkındalık/bilinç gelişmiş ne de deprem sürecinde neyi-nasıl yapacağımız noktasında geçmişten ders alan bir eğitim davranışı içindeyiz. Üzgünüm; durum bu.
2) Devlet ve vatandaş ilişkisi “popülizm/uyanık ilişki” üzere kurulu; hareketli toprak üzere kurulan şehrin hiçbir plan aşamasında; vatandaş ve devlet olarak gerekli tedbir, denetleme, ceza, müdahale, gereğini yapma süreci uygulanmıyor anlaşılan. Vatandaş-Müteahhit çıkarı/hırsı ve devletin “gevşek denetleme/alttan alma zekası” nedense işlemeye devam ediyor; ve hiç bir deprem süreci bu “ilişki zekasından” vazgeçip; “deprem devleti” ve “deprem toplumu” bilincinde hareket edeceğimiz bir aşamaya geç(e)miyor.
3) Binaların “Deprem bölümü” yok!.. Ne sitelerin bahçesinde “deprem çadırı-tüp-mum/el feneri/kazı aletleri / sefer tasları v.b. malzemelerin saklı olduğu bir depo düzeni var; ne de evlerin kapı yakınında çıkarken hemen el atılıp alınacak “iç çamaşırı-bir-iki kıyafet-basit hijyen malzemeleri ve deprem sırasında adeta “deprem kılavuzu” diyeceğimiz bir kitapçık v.b. içeren “Deprem çantası” düzenimiz var. Yani deprem sonrası günlerce eve giremeyeceğimiz bilinirken; ne bahçede “tedbir düzeni” var ne de evlerimizde. Özellikle hayati olan: çadır düzeni hiçbir sitenin bahçesinde kurulu ve hazır değil… Ondan sonra çadır ara!..
4) Her şeye, her aşamaya, her ilişkiye, her beklentiye, her hizmete “duygusal” bakmakta ve yaşamakta ısrar ediyoruz. Asla hiçbir aşamada; gerçeklik-rasyonel-bilimsel-operasyonel-tedbir-düzen içinde yaklaşmayı sağlayamıyoruz. Adeta bir “duygusal sel/seferberlik” hareketi başlatıyoruz; ki dayanışmayı ilk başlatan bu duygu; ancak bu seferberliği amaca hizmet edecek teknikte, rasyonel, asla organize etmiyoruz; edemiyoruz ve organize etme çabasını da “ geciktiren davranışlar” diye etiketliyoruz. Depremin bir “sabır zekası” ve “dikkat bilinci” ile yönetilebileceğini unutuyoruz. Nerdeyse baştan sona her şey duygusal ve doğaçlama oluyor.
5) Deprem sonrasının en önemli yönetme mekanizmasının: “doğru bilgilendirme ve ihtiyaç sırasına göre yönlendirme” olduğunu neredeyse hiç hatırlamıyoruz. Onun yerine “devletine bırak!.. Kafana göre doğaçlama organize ol” yönteminde ısrar ediyoruz. O nedenle; enkaz başından; defin sürecine; barınma-yemek ihtiyacına kadar her alanda üzgünüm fakat ifade etmeliyim: bir “deprem israfı” da oluşturuyoruz ve ihtiyaçtan fazla yardım gönderiliyor; fakat bunun dağıtımı; doğru zamanda-doğru adrese yardım sürecine çoğu zaman dönmüyor. Onun yerine “kapanın elinde kaldığı; depolama/stoklama atakları” oluşuyor. Bu; ilk saatlerin anlaşılır panik davranışları olarak kalmıyor, aksine deprem sonrası da kendini tekrar eden bir “düzensizlik” olarak devam ediyor. “Afet büyük; olacak o kadar!” diye diye bu düzensizlik artık normal kabul ediliyor.
6) Her şeyi devletten beklemek ve iktidar eleştirisi yapmak; adeta depremin olmazsa olmaz iletişim şekli oluyor. “Devletin ulaşamadığı yerlere ulaşma” çabası yerine; devletin var olduğu yerde bulunma ve devletten ihtiyaç haritası almadan rasgele dağıtımlar yapıyoruz. Yani mükerrer davranış yaygın oluyor. Yardım sürecini resmi kurumlar – akraba-komşu – ulaşılamayan yerler gibi belli odaklanmalarla yapmıyoruz. Doğaçlama mahalle – sokak seçen çok hayırsever gördüm.
7) Ana akım medyada tuhaf bir “şiddet teşhiri” ve “acılı hikayeler” bulup bunu “mini dizi”ye çevirmek gibi ve günlerce yapılan yayında neredeyse tek bir “bilgi ile yönlendirme” veya “devletin resmi bilgisini yaymak” çabası yok; her depremde olduğu gibi “deprem neden yıktı” üzerine aynı tespit-suçlama ve yapılması gerekenler üzere “denetleme ajitasyonu” yapılıyor. Oysa deprem sonrası en büyük beklenti “nasıl davranılacak” ve “ihtiyaç giderme noktaları ve başvuru süreci” hakkında yönlendirme beklentisi var. Örneğin bir şehirde kaç noktada dağıtım var; nasıl gidilir ve nasıl yardım alınır; veya enkazdan defin işlemlerine kadar devletin hangi adımlarla hareket ettiğine dair tek bir bilgi yok, varsa yoksa; afet dizisi gibi pedogoji-sosyoloji-sağlık bilimi kuralları hiçe sayılarak yayın yapılmakta ısrar ediliyor. Depremin ilk 10 gününde “deprem şiddeti ve hasarı bocası” yapmak sonra unutmak gibi bir iletişim ağı oluyor. Deprem yaşamayan tüm halk duygusal travma adayı kılınıyor.
Depremin onlarca ilde ve aynı anda yıkım yapabileceği hesap edilmiyor. Oysa sadece İstanbul bile en az yirmi il demek. Dolayısıyla “yıkılan bina; can kurtarma-yardım çadırı” üçgeninde bir anlayış ile sınırlı bakılıyor. Deprem bekleyen iller de enkaz-çadır-tahliye aşamalarından ibaret sanıyor süreci. Oysa çok farklı sorunlar üretiyor deprem.
9) Depremin aslında bir “yaratılış mekanizması” olduğu ortada iken; ısrarla çarpık bir “dini bilgi” hızla yayılıyor. İnsanın asli sorumluluğu ve depremin fıtratına uymama bedeli gerçeği ısrarla yanlış dini bilgilerle örtülmek isteniyor. Allah’ın kudreti, izni, takdiri yanlış yerde ve yanlış örneklerle yorumlanarak topluma boca ediliyor. Yani deprem, temel dini inancımız konusunda “eksik-yanlış” yorumlanıyor ve binlerce ailenin dini duygularında da kalıcı hasar bırakılıyor. Ayrıca büyük/kitlesel bir rehabilitasyon örgütlenmesine ihtiyaç olduğu da ortaya çıkıyor.
10) Milletin dayanışma, öz veri, fedakarlık duygusu hala çok güçlü. Depremi sürecinin belki de en büyük imkanı bu aziz milletin deprem bölgesine yönelik yürüttüğü dayanışma seferberliği. Zaten bu olmasa; devletin tek başına altından kalka bileceği bir şey değil. Özellikle de on il ve geniş bölgede yaşanan deprem alanında. Fakat bu deprem bölgesi için geçerli. Deprem bölgesinden çıkıldığı anda; o dayanışma yerini “deprem fırsatçılığ” ve “deprem rantına” dönüşebiliyor. Maalesef böyle. Tuhaf bir ticaret atağı oluşuyor. Depremzedeler gittikleri yerde sadece devletin merhametine kalıyor. Kiralar- gıda fiyatları- nakliye adeta “deprem enflasyonu” diyeceğimiz bir piyasa oluşturuyor. Bir milletin hem özveri hem de fırsatçılık dokusunu bir arada tutması üzücü.
11) Depremin ilk saatlerinde “şok altında organizasyon” yaşanması çok doğal. Devletin bile kendini konuya konsantre etmesi 48 saat sürebilir. Çünkü deprem hasar tablosu ancak görülebiliyor. Bu zaman diliminde “eksiklik-dağınıklık” örnekleri olabilir. Hepsi anlaşılır durumlardır. Devletimizin güçlü ve çok ciddi organizasyon kabiliyeti olduğu ortada. Fakat “gücün etki alanı” veya “devletin depreme nüfuz haritası” çok ama çok önemli. Bunu “yardım” değil de; öncelikle “bilgilendirme/enformasyon” gücünde görebiliriz. Şahsen “enkazdan defin işlemine kadar adımlar” veya “hasarlı binalar ve sonrasındaki hukuki işleyiş adımları” veya “cenazeye ulaşamama sebepleri ve çözüm adımları” gibi her konuda devletten yani birinci elden bir bilgilendirme düzeni yok. Tamamen “gördüğün yetkiliye sor; aldığın cevaba göre kendin çöz” gibi bir “doğaçlama iletişim” yaygınlaşıyor. Çok nadir kamuoyu sağlıklı bilgilendiriliyor. Yani bir enformasyon krizi var.
12) Depremde “tahliye” konusunun deprem bölgesinden kaçmak değil; başka bir bölgede hayatı planlamak anlamına geldiğini. Depremin “ yerli mülteci” kitlesi oluşturduğu ve gidilen şehirlerin asla buna hazır halde olmadığını gördük. “Akrabana git!...” dışında; “yerli mülteci eylem planı” noktasında öngörü olmadığına tanık olduk. “Otel-Yurt-Konteynır-Akraba” gibi “acil barınma noktaları” oluşturmada çok hızlı ve etkin organize olunduğu; ancak sürecin bir yerli mülteci oluşturduğu yani büyük fotoğrafı görme ve davranmanın ertelendiğini gözlemledik. Ankara- Mersin-Adana gibi illere yüzbinlerce insanın gittiğine tanık olduk. Yani deprem yerli mülteci sürecini tetikliyor ve yıla/yıllara yayılacak yeni bir sosyolojik konuyla karşılaşıyoruz.
13) Deprem çok büyük hasar bıraktığında; depreme “erken seçim için fırsatı” olarak bakmak gibi “politik hastalık” diyebileceğimiz; her şeyi siyasallaştıran; her aşamayı hükümete saldırmak için bahane kılan; olup biteni çarpıtarak sunmak gibi depremi bir “seçim çadırı”na dönüştüğüne tanık oluyoruz. Hatta depremzedelerin bile bazılarının o acı içindeyken politik davranmayı tercih ettiğine tanık olabiliyoruz. Bu şu demek; bizde siyasallaşmamış hiçbir şey kalmamış. Oysa depremde “iktidar-muhalefet” süreci yoktur; “devlet-millet” dayanışması vardır. Yani devlet ve millet kavramı dışında bir dil ve gündem abesle iştiğal ve politik istismarcılıktır. Fakat bu istismarcılık her dakika sürdü…
14) Sosyal medya adeta “cahilller sahada” veya “kirli bilgi – ahlaksız davranış” çukuru olmaktadır. Deprem sürecine bu hastalıklı kafada dalan ve hastalıklı ruhlarıyla bir sürü manipülasyon yapanlar; başka ülkelerin ve bize düşman olan insanlar değil; bizzat bu toprakların bazı insanları. Devletin bu konuda “olağan üstü hal” yöntemiyle hareket etmesi çok doğru bir müdahale ve zarar verici yayın-kışkırtma yapanlara çok sert müdahale edilmesi önemli. Çünkü deprem sürecini sabote etmek kadar büyük ihanet yok.
15) “İşi ehline bırakmak” noktasında; devlete güvenmek ve onun rehberliğinde hareket etmek çok hayati öneme sahip bir tutum ve yönelme. Devletin sürece hakimiyeti ve müdahale hızı ve etkin koordinasyonu vardı ve hamdolsun devletimiz güçlü ve tecrübeli. Ancak devletimiz sadece “acil doktoru” gibi davranmamalı; yukarıda kendi adıma kayıt altına almak istediğim ve daha çok yazılabilecek “ders alınmış konular” noktasında da ayrıca gücünü ve tecrübesini göstermesi icab eder. Bu bir eksikliğe işaret etmez; etkin olmaya yönelik bir tavsiye bu.
16) Muhalefet partilerinin çözüm üreten, sahada organizasyon kabiliyetine tanık ettiren; ihtiyaçları organize etme becerisine tanık ettirmek gibi “devlet-millet” ilişkisini örneklemesi daha doğru bir davranış iken ve daha fazla “politik fayda” getirecekken; hükümeti yıpratmak adına aslında devleti de hırpalayan tipik “saha fırsatçılığı” yapması depremzedeleri de üzüyor. Aynı şekilde “devlet-millet” dayanışması yaşanıyorken ve iktidar bu dayanışmayı organize etmekten sorumluyken; hem devletin hem milletin çabasını “hepsi iktidar becerisi ve hizmeti” şeklinde yansıtma çabası da olursa; vatandaş bunu da üzülerek karşılıyor ve kendince tartıyor. Doğru iklim “deprem süresince siyaset yapmamak” ilkesi muhalefet için de iktidar içinde hem daha ahlaki hem daha politik fayda sağlayıcı. Fakat biz siyaseti bıraktığımız gün ölürüz!... Öyle tutkuluyuz yani.
…
SON OLARAK; Deprem bizi güneş gibi ay gibi bir gerçeğimiz. Bizim şehirler “hareket eden topraklar” üzere kurulu. Deprem “beklenmedik afet” asla değil;” aksine “birlikte yaşadığımız toprak kaderi”dir. Fakat 17 Ağustos depreminde ne konuşuyorsak; cümlesi cümlesine aynı şekilde yine konuşuyoruz. Adeta değişen hiçbir şey yok. “İki katlı binayı al; çok katlı bina yap!.. Al sana kentsel dönüşüm!..” diyen bir şehircilik zekası; “kaçak yaptın ama; biraz para ver; al sana imar barışı” veya “binanı yenile; ufak tefek kusurları örteriz!...” diyen bürokrasi ve odalar birliği seviyesi… hiç değişmiyor.
Bir huyumuzu da elden bırakmıyoruz; bu arada: “Bu kadar acı varken; ders almanın ve kalkıp ders vermenin ne anlamı var!....” demeyi de ihmal etmiyoruz. Artık değişmeliyiz. Bu ölçekte deprem ve on binlerce vefat edenimiz; on binlerce yaralımız ve on binlerce dağılan hayat planına rağmen; ileride yaşayacağımız depremlerde yine aynı şeyleri konuşacaksak eğer… O zaman; Cumhuriyetin kuruluşunun yüzüncü yılında; “Türkiye Yüzyılı” ufkunda… biz bu halimizle kalmaya devam edeceğiz ve geleceğe de şu mesajı vermiş olacağız: “Biz böyle iyiyiz!..”
Rabbim; ders alanlardan; yaratılış mekanizması bilincine sahip kulluktan; ellerimizle yaptıklarımızın sonucunu gayba havalet etme alışkanlığından; deprem süreci imtihan süreci olduğu için; imtihanın her aşamasında iyi kullardan eylesin.
Deprem bölgesine yardım eden; fakat deprem bekleyen şehirlerin; şimdiden deprem bölgesinden alınan dersleri dikkate alarak her türlü tedbiri almasını ve bu noktada Rabbimizin her türlü aklı, kalbi açmasını diliyoruz. Hepimizin başı sağ olsun; kalan hayatımızı da ders almış olarak yaşamayı nasiplendirsin.
Yukarıdaki ders aldığım konular bir eksiklik veya tek taraflı eleştiri değil; odaklanmamız gereken kategorilere işaret etmek amaçlıdır. Allah kalplerde ve açıkta olanı bilir.
YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.