“Yıllardır sürüp giden bir pay alma çabası Topu topu bir dilim kuru ekmek kavgası...''
Hep birilerini alkışlıyoruz. İki elimizi birbirine vurarak koro halinde çıkardığımız sesle, sahnedekini gururlandırıyoruz. Çıkan sese odaklanınca da ‘şak şak’ diye bir ton duyuyoruz. Şakşakcının kelime anlamına da bakınca; ”bir kimseyi sürekli öven ya da onun yaptığı her şeyi doğru bulup alkışlayan ve başkalarına da kabul ettirmeye uğraşan (kimse), dalkavuk” ifadelerini görüyoruz.
Alkış deyip geçmeyin!
Bir şeyin beğenildiğini, onaylandığını anlatmak için el çırpma eylemidir alkış… Ama manası ve anlamı büyüktür… Yeri ve zamanı bile önemlidir… Bir insanın karakteri neye alkış tuttuğu ile alakalıdır.. Bir milletin asaleti neyi alkışladığıyla bağıntılıdır… Hakedeni alkışlayan el kıymet bulurken, hak etmeyene yapılan alkış, ‘şak-şak’a evrilir.
Bazıları şak-şakçıdır!
Devranın adamıdırlar! Devran değişirse onlar da değişirler… Devran neyi alkışlarsa onlar da onu alkışlar! Güç ve makam kimde ise onun yanındadırlar ve onu alkışlarlar…
İki işaret parmağını dilinin altına koyup ıslık çalarlar ve sonra da alkış tutarlar! Neyi alkışladığını, kimi alkışladığını bile bilmezler… Bir zalimi delice alkışlarlar! Önlerine atılan bir kemiğe karşılık kolayca alkış tutarlar!
ÖĞRENDİM ZAMANLA NOTALARI…
Kastamonu’da muhabirliğe başladığımda bilmezdim alkışla şak-şak arasındaki farkı; ama öğrendim zamanla… Memleketim de bolmuş şakşakcı; ama nadir görüyoruz alkışı…
İşini iyi yapan, memleketin menfaatlerini en yüksekte tutan insanlar takdir toplamıyor, sahne arkasında sessiz sessiz bekliyorlar…
Ama öyle mi şakşakçılar; tek gezmezler, her daim isterler alkışlanmayı, yanında da bol bol görürüz şakşakçıları…
NEYLEYİM MAKAMI, ÜTÜLÜ GÖMLEK OLMADAN
Ah benim memleketim, kaldırım taşlarından fazla; başkanlar…
Herkes başkan vesselam… ‘Başkanım, Başkanım’ nidaları var şehrimin tepelerinde; ama ne işe yarar bu başkanlar, baca tüttüremiyorsa; gariban sevindiremiyorsa; kurumunu yükseltemiyorsa, neyleyim ben başkanı.. Koyamıyoruz da o makama bir başkasını…
Aydın beyinlere ihtiyacımız var, iki dağın arasında kalmış bu şehri; tüneller değil, vasıflı insanlar çıkaracak bu çukurdan; çukur dediysem de sakın gücenmeyin; en derindedir en kıymetli hazineler…
Meslek icabı, toplantılara katılıyoruz, takım elbise kravat; cilalı ayakkabı, bakımlı saçlar… Mükemmel değil mi? Ama görüyorum ki bazıları kravatı boynuna değil beynine takmış, sıkıştırmış fikirlerini, çıkmıyor dışarı.. Neyleyim kravatı; çıkar üstat; bize sen lazımsın..
ÇÜNKÜ KRALLAR
Saygı görmek istiyorlar, hiç bir vasıfları yok. Tüm dünyaları Kastamonu sınırlarından ibaret. Ağalar, paşalar, dayılar. Takımı üstüne, kravatı boynuna takınca krallar…
Kamera açıkken efendiler, kamera arkasında ağzı bozuklar…
Seviyesizler… Gücün yanındadırlar… Dört dönerler… Sevmezler eleştiriyi çünkü krallar…
Bir kitle var şehirde, ben buyum sen şusun… Gözleri görmez başkasını; tek dertleri biraz daha para, biraz daha saygı…
Başkanım derler, sayın derler, eline bir plaket verirler; yemeklerde baş köşededirler; mevzu şehrin menfaati olunca kenara çekilirler
Sözün kısası, şakşak diye ses çıkaran elleri yöneten beyinlerin içindeki fikirlerin sahibi miyiz? Yoksa şakşak diye ses çıkarmak için tutulan adamların satın aldığı fikirlerin bulunduğu beyinlerin sahibi miyiz?
Müziksiz olur mu hiç? Ne demiş üstat Barış Manço, sanki çay boyunca yürür gibi;
“Yıllardır sürüp giden bir pay alma çabası
Topu topu bir dilim kuru ekmek kavgası
Bazen durur bakarım bu ibret tablosuna
Kimi tatlı peşinde kimininse tuzu yok
Bazen durur bakarım bu ibret tablosuna”
© 2020 Doğrusöz Gazetesi. Tüm hakkı saklıdır. İzinsiz ve kaynak gösterilmeden kullanılması yasaktır.