Halil amcanın kulübesi ve güler yüzlü bir pazartesi
Haftanın başlangıç günü olması sebebiyle pazartesileri hep sevimsiz sayılmıştır. Hâlbuki pazartesinin tek kabahati kapitalist sistemin belirlediği tatil günü pazardan sonra gelmesi midir? Sevimsiz işler, asık suratlı iş arkadaşları ve hâlen tatil gününden çıkamamış yığınla insan…
Hayır, kabahat pazarteside değildir! Günü çekilmez yapan onu yaşayan insan ve maruz bırakıldığı şartlardır. Her şey bambaşka olabilir, nerede olursanız olun bugün pekâlâ şenlendirilebilirdi oysa! Yoksa hâlâ suratınız asık mı sizin? O zaman Cahit Zarifoğlu üstadı hattımıza bağlayayım da bir kelam eylesin size:
“Pazartesi sendromu, sosyete şımarıklığıdır. Ekmeğinin peşinde olanlar için pazartesi ‘besmele’dir.”
Haksız mı üstat?
Pazar-pazartesi bilmeden durmadan çalışan insanlarımız hangi sendromu yaşama hakkına sahipler peki? Hadi bakalım, yapılması gereken işleri istekle yapıp günü neşelendirelim ve biraz gülelim yahu çok mu zor?
* * *
Günün şartları gülmeyi, umut etmeyi hatta eğilip bükülmeden yaşayabilmeyi zorlaştırsa bile mücadeleyi hayat felsefesi edenler var ki hepsine selam ederim!
Mesela Azdavay’ın Sada Köyü’ndeki bir amcamız köydeki çocukların, okul servislerini beklerken üşümesini engellemek için yaptığı kulübesiyle bize gülümsüyor ve sanki “Hayata bir de bu pencereden bakın!” diyor. İyi de yapıyor, yazıma da konu oluyor böylece.
İsmi Halil olan bu amcamız kendini iyiden iyiye hissettiren kış şartlarına karşı kulübesini bir sobayla da kuvvetlendirmiş, böylece kendi çocuklarıyla beraber diğer çocuklara da güzel, güvenli bir bekleme ortamı sağlamış.
Her sabah çocuklardan önce kulübeye giderek sobayı yakan ve kulübe ısınınca çocukları çağıran Halil amca, süt ve çikolata ikramıyla kahvaltı ortamı da oluşturuyor.
Halil amcanın kulübesi, bana çocukluğumda okuduğum bir kitabı hatırlattı: “Tom Amca’nın Kulübesi”
Stowe’ye ait romanda Amerika’daki kölelik düzeni eleştiriliyor, Siyah-Beyaz ayrımı en gerçekçi yanıyla yansıtılıyordu.
Güzel ülkemin güzel şehrinin şirin bir ilçesinin köyündeki Halil amcanın bu kulübesi de bir hikâyeye, romana konu olabilecek türden değil mi?
Umarım Halil amcanın gayretini görmezden gelip hâlâ surat asarak günü akşam etmeye çalışmıyorsunuzdur! Yoksa?..
* * *
Yazımı yazarken kar sabahtan yerlerde tutmuştu ve “Artık ben geliyorum, hazır olun!” diyordu. Hoş geldi, sefa geldi. Yalnız hâlen yakacağını temin edemeyen insanlarımızı da bulup onlara ulaşma görevini de unutmayalım! “Devletimiz var!” diyorsunuz biliyorum. Devletin çok işi var, onun ulaşamadığı yerlere de biz ulaşalım, fena mı olur?
KAFEYE GİDEMEYEN BİR ÇİFTİN DRAMI!
Geçende yürürken tartışma hâlinde olan genç bir çifte rastladım. Oğlan telefonla konuşuyor ve telefondaki kişiye yanındaki sevgilisini şikâyet ediyordu. Kız da buna karşı başka bir izahat hâlindeydi. Sonunda telefon kapandı. “Bir kafeye bile götürmüyorsun beni, yalan mı?..” diye yakınmaya başlayan kıza, oğlanın cevabı manidardı: “Oralara gidince de millet hayvan gibi bakıyor!”
Bu kontrollü tartışmaya, yürürken şahit olduğum için devamı hakkında bilgi veremeyeceğim ama şunu biliniz ki beni gören bu çift “Yavaş konuş, duyan olacak!” ikazını birbirlerine yapmak konusunda çok dikkatliydiler!
Tarafların uhuletle ve suhuletle evlerine dağıldığına inanıyorum ama bir yazımda da değindiğim konuyu tekrar hatırlatmakta fayda görüyorum:
Efendim, bir ramazan akşamı yine böyle bir yürüyüş hâlinde İstanbul Zeytinburnu sokaklarını arşınlarken bir apartman arasında tartışan liseli çağdaki bir oğlanla kıza rastlamış, kızın yalvarışına aldırış etmeyen bir zibidinin varlığına şahit olmuştum.
Kız, yalvarışını beni duman eden bir cümleyle taçlandırıyordu: “Beni hiç mi sevmedin?”
Sevgiden pek de anladığı söylenemeyen zibidi oğlansa “Of be! Yeter!” deyip yaka silkerek olay mahallinden uzaklaşıyordu.
Hatır gönül bilmeyen bu zibidi oğlan, bir kalbi tuzla buz ettiğinden haberdar değildi. Belki de bal gibi her şeyin bilincindeydi de bu yüzyılın hissiz zibidi rolünü oynama görevini üstlenmişti. (Konu hakkında daha fazla bilgi almak için internette “Beni hiç mi sevmedin?” diye arama yapıp o yazımı okuyabilirsiniz.)
* * *
İki olayı kıyaslayınca sevdiğini kafeye götürmeyene çağrıda bulunmayı daha doğru buldum:
Genç arkadaş! Sevdiğinle beraber kafeye gidiniz. Devrekâni gibi küçük ilçelerde insanlar birbirlerine meraklı gözlerle bakabilirler, hele ki ilçede yabancı biri varsa! Aldırış etmeyiniz, bir çay yahut bir kahve içiniz, tatlılar tazeyse onlara da bakınız ve Orhan Veli’nin şu iki mısrasını da ara ara okuyunuz:
“Oysa kahve içmişliğimiz de vardı:
‘Bu ne hatır gönül bilmezlik?’ diyemedim.”
Kıymetli büyüklerim! Siz de telaşa kapılmayınız! Dürüst, namuslu sevdalardan zarar gelmez, “yeter ki onursuz olmasın aşk!” Haksız mıyım?
Murathan Mungan’dan bir şiirle:
“Zaman nasıl akıp gidiyor
İnsanlar maskelerini ne çok seviyor
Yıllarca bir yalanla bir ömür geçiyor da
Hiç kimse yok bir tek günü sonuna kadar yaşamaya
Mecbursun yalnızlığa
Oysa sevgili, bir tek sevgili
Nasıl değiştirir dünyanın gerçeğini
İçimdeki fırtına ele geçirdi beni
Bir gün baktım hiç korkmadan aynaya
Orda yeniden gördüm kendimi
İşte sevgili, bir tek sevgili
Nasıl değiştirir dünyanın gerçeğini…”
© 2020 Doğrusöz Gazetesi. Tüm hakkı saklıdır. İzinsiz ve kaynak gösterilmeden kullanılması yasaktır.