Doğrusöz Gazetesi

Doğrusöz Gazetesi

  • Dergiler
    • Eksen
    • Azra
  • İlk Sayfa
  • Yazarlar
  • İletişim
  • Video Haber
[x] Kapat
  • Asayiş
  • Eğitim
  • Ekonomi
  • Foto Galeri
  • Genel
  • Güncel
  • Özel Haber
  • Spor
  • Video Haber
  • Yazarlar
  • Doğrusöz Gazetesi
  • Asayiş
  • Eğitim
  • Ekonomi
  • Foto Galeri
  • Genel
  • Güncel
  • Özel Haber
  • Spor
  • Video Haber
  • Yazarlar
ANASAYFA Köşe Yazarları (19ARALIK) MEZOPOTAMYA’NIN KÜLLERİ

(19ARALIK) MEZOPOTAMYA’NIN KÜLLERİ

2468
Sibel Kibar Can 19.12.2019 10:29:55

SİBEL KİBAR CAN

MEZOPOTAMYA’NIN KÜLLERİ

 

Herşey kasvetli bir karanlığa gömülmüştü. Yüzyıllar sonra bu topraklara ayak basanların tek düşündükleri elde edecekleri hazinelerdi. Mezopotamya’nın çorak toprakları arasında gizli kalmış kapıları açmanın heyecanı, yüreklerini kaplamışken; bu medeniyetlerin yok oluş hikâyeleri umurlarında dahi olmayacaktı. Sonuçta, bulunan her yeni obje ve para, müzelerine kazandırılacak eser demekti.

Klasik sanat ve anıtlar, Rönesans’tan itibaren Avrupa aristokrasisinin eğitiminin bir parçası oldu . Rönesans ve Coğrafi keşiflerle birlikte Papa II. Julius’un da 1506’da arkeolojik buluntuların toplanması ve restorasyonu için tarihçilere ve sanatçılara çağrı yapması, antik eserlere batılıların ilgisini arttıran diğer bir gelişme olmuştu. Bu durum seyyahların, maceraperestlerin ve hazine avcılarının bir süre sonra Mezopotamya’nın da içinde yer aldığı antik sit alanlarının talanına sebep olacağı gibi Arkeoloji Biliminin de doğmasıyla sonuçlanacaktı. Antik dünyanın keşfi adı altında; Avrupalılar, Antik Yunan, Anadolu ve Mezopotamya’yı mesken tutmuş; ülkelerine kadim medeniyetlerden kalan tüm eserleri, antika odalarında bilimsellikten uzak şekilde toplamaya başlamışlardı. Avrupalı antikacılar; antik dönemin anıtlarını, sistemli bir şekilde kayıt altına alıp tanımlamaya XVI. ve XVII. Yüzyıllarda başlayabilmişlerdi.

XVI ve XVII. yüzyılda oluşmaya başlayan bu anlayış, yerini bir süre sonra Avrupalı entelektüellerin bir araya gelerek yaptıkları seyahatlerin paylaşıldığı, “Edebiyat Cumhuriyeti” dönemine bırakacaktı. Bu kişiler, seyahat ettikleri yerlerde envanter çıkarttıkları gibi, ayrıca ilk sınıflandırmaları da yaparak; toplanan her şeyi kayıt altına alacaklardı. Napolyon Bonapart da bu düşünceyle yola çıkmış olmalıydı ki; 1798 yılında Mısır’a seferi sırasında; yanına coğrafyacı, botanikçi, doğa bilimci ve ressam götürmüştü. Napolyon’un Mısır’a çıkartmasından sonraysa, özellikle 1799’da hiyeroglif metinlerin okunmasını sağlayan Rosetta Taşı’nın keşfiyle, Antik Mısır’a olan ilgi artmıştı3. Rosetta Taşı’nda yazılan hiyerogliflerin kopyası da aynı dönemde Avrupa’ya taşınmıştı.

 

GELENEKSEL KIYAFETLER İÇİNDE MEZOPOTAMYA’DA KAZI YAPAN BATILILAR

İlk arkeolog unvanı, Babil Kralı Nabonid’e (M.Ö. 556-539) atfedilir. Nabonid, Larsa’daki Ebabbar Tapınağı’nda Hammurabi (M.Ö. XVIII. yy) ile Burna-Buriaş’ın (M.Ö. XVI.yy) yazıtlarını bulgulamış; Sippar’da toprak altından çıkarttığı Akad Kralı Sargon’un (M.Ö. XXIV-XXIII.yy) başsız heykeline yeni bir baş yaptırmış; Akad’daki İştar Tapınağının temellerini de açığa çıkartmış ve son olarak da Ur’da aslına uygun bir biçimde onardığı rahibeler evinde yazıcılarına çözdürdüğü XVIII. yüzyıla ait yazıtlarla beraber I.Nabukadnezar’ın (M.Ö. XII.yy) bir stelini bulgulamıştı. Tüm bu keşifler, Nabonid’in ilk arkeolog olarak atfedilmesinin gerekçeleridir. Nabonid kendisine yüzyıllar sonra verilen arkeolog unvanını fazlaca hak ediyordu. Çünkü onardığı ve açığa çıkarttığı eserleri doğdukları topraklardan uzaklara taşımamış, atalarının mirasını yaşatmak ve gelecek nesillere aktarmak adına büyük bir iş yapmıştı. Nabonid’den yüzyıllar sonra Fransa Konsolosluğu’nda basit bir memur olan Paul Emile Botta M.Ö. 721-705 yıllarında Asur Krallığı yapmış II. Sargon’un oturduğu Dur-Şarukin’i Horsabad’ı tahrip ederek kazacak bulduğu tüm eserleri, doğdukları topraklardan arkeoloji bilimi gerçeklerine uzak bir şekilde kendi ülkesi Fransa’ya götürecekti. O vakte kadar Botta, bazı kazılar yapmış olsa da bunları kendi bütçesiyle yapmıştı. Botta’nın kazılarını duyan Fransa, Botta’ya uygun bir bütçe ayırmıştı. Tabi ki Botta, Fransa’nın bu jestine geç kalmadan yanıt vermiş; Durr-Şarukin sarayının en güzel ve en değerli parçalarını, Şubat 1847’de Paris’e paketletip göndermiş ve bu paketi, Kral Louis-Philippe’nin onuruna yapılan ve 1 Mayıs tarihinde Louvre’daki Asur müzesinin açılışına yetiştirmişti6. Mezopotamya, Batılılar için başlangıçta; kendilerinden çok geride kalmış bir medeniyet gibi görünmüş olmalı ki; Mezopotamya’nın eşsiz zenginlikteki eserleri, ellerine geçtikçe hafife ve basite aldıkları Mezopotamya halkının, insanlığın ilklerine damga vuran yüksek bir uygarlığın mirasçısı olduklarını anlamışlardı. Belki de bu düşünceden dolayıdır ki; Fransa Kralı Philippe onuruna Louvre’deki Asur müzesinin açılışında “L’llustration Dergisi”, tarih sayfalarına geçecek şu ifadeleri kullanmış idi: ‘’Asur Kralı, Seine kıyılarına ayak bastı. Kendisine, ona daha çok yakışır yeni bir mekân, bizim krallığımızın sarayı tahsis edildi. Louvre, ona; içi titreyerek kapılarını açtı’’ . Bu hadise aslında, Batı’nın yüzyıllarca içinde barındırdığı kompleksin; büyük bir medeniyet kuramamış olmanın getirdiği hezeyanı aksettiren cümlelerdi.

Devamı yarın…

 

 

 

…Dünden devam

Botta’nın yaptığı kazı, bir başka hazine avcısı olan ve o dönemde Musul’da oturan İngiliz Austen Henry Layard’ın dikkatini çekmişti. Üzerine giydiği geleneksel Pers kıyafetiyle Layard, sanki Mezopotamya halkından biri olmuştu (Resim 3) Layard, Dicle ile büyük Zap suyunun birleştiği yerde bulunan Nimrud harabelerine göz koymuştu8. Antik Ninova’nın, bu yerleşim alanı üzerinde olduğuna inanmaktaydı. Fakat çok geçmeden sevgili dostu eski yazı uzmanı yani Rawlinson’u  İngiliz  yönetimi  yanına  göndermiş ve  bir süre sonra kazdıkları yerin aslında Asur Kralı Asurnasirpal’den (M.Ö. 883-859) Asur’un son Kralı Asur-Etel-İlani’ye (M.Ö 626-621) kadar olan tüm kralların saray olarak kullandığı mekânlar olduğunu anlamışlardı9. Layard, Nimrud’da öyle bir hazine bulmuştu ki; artık Nimrud’ta kalmasına hatta Ninova’yı da kazmasına gerek kalmamıştı. Layard, 1847 yılında Nimrud’u terk etti. Şimdilik bırakmış olduğu hazine avına, 1849-1850 yıllarında devam edecektir. Layard’ın yürüttüğü hazine avı, British Museum’un çeşitli bölümlerini zenginleştirecek nitelikteydi10. Mezopotamya’daki tüm buluntuları, sanki kendi medeniyetlerine ve kendi topraklarına aitmişçesine onarım ve araştırma yapma bahanesiyle Batılılar, kendi müzelerine parça parça götürmekteydiler. Bunu da adeta övünürcesine yazdıkları kitaplarda anlatmışlardı.

Layard, Mezopotamya’yı çok iyi biliyordu. Her ne kadar tarih, Layard’ı Türkofil olarak tanımlasa da; Layard, her zaman İngiltere’nin çıkarlarına hizmet etmişti. Malley,  Layard’ın Osmanlının doğu topraklarında yaptığı arkeolojik kazıların amacının bilgi toplamak suretiyle İngiliz çıkarlarını gerçekleştirmek ve korumak olduğuna işaret etmektedir.

Hatta Mezopotamya kazılarını da sırf arkeolojik buluntular için gerçekleştirmemiş; orada bulunduğu süreç içerisinde Kuzey Suriye’den Hindistan’a gidecek kara yolunu bulma görevini de üstlenmişti.

İngiliz çıkarlarına hizmet etmeyi kendisine şiar edinen Layard, Mezopotamya’da Hindistan hammaddelerinin, İngiliz mamul mallarıyla takası için en kestirme yolu bulma görevini de üstlenmişti. Layard, bunu yaparken bir taraftan Kuzey Suriye halkını da etnik yönden tanıma fırsatı bulmuştu. Burada yapmış olduğu araştırma ve izlenimlerini, İngiltere’de 1849 yılında yayınladığı “Ninova ve Kalıntıları: Kürdistan’nın Keldani Hristiyanları’na Bir Ziyaretin Kayıtları” ve “Yezidiler ya da Şeytan’a Tapanlar” başlıkları ile iki kitapta toplamıştı.

Kitabın içeriği hakkında her ne kadar tarafımızca yeterince bilgi sahibi olunmasa da; Layard gibi renkli ve belirli ve farklı misyon sahibi olan bir kişiliğin, Mezopotamya’daki izlenimlerini aktardığı “Ninova ve Kalıntıları” kitabının kendinden sonra bölgeye gelecek olan İngiliz ajanlarına Mezopotamya’nın etnik ve dini kimliği hakkında bilgi sağlayacak bir başvuru kaynağı olduğunu söyleyebiliriz. XIX ve XX. Yüzyıl, Batılıların üretimini gerçekleştirdiği ürünlerini pazarlama ve kurdukları sömürülerden elde ettiklerini kapitalist üretimlerine katmak maksadıyla demokrasi, barış, medeniyet kavramlarıyla yolla çıktıkları dönem olmuştu. Yüzü gülmeyen Mezopotamya toprakları son yüzyılda kanın ve acının eksik olmadığı topraklar haline gelmişti.

Layard’ın Nimrud kazılarını anlattığı “Ninova ve Kalıntıları” kitabında medeniyetin, demokrasinin ve insanlık tarihinin yazıldığı topraklarda ismini zikretmeden Musul Kadısı İmam Ali Zade’den yobaz ve bağnaz bir din adamı olarak bahseder. Osmanlı’nın toprak bütünlüğünü ve eserlerin, çıkan topraklarda kalmasını savunan Kadı Ali Zade’ye bu yakıştırmaları yapan Layard, yine aynı kitapta; Kadı Ali Zade’nin ismini belirtmeden, bölge hakkında bilgi toplayıp tarihi eser kaçırmakla suçlayan ve bu bahaneyle yetkilileri ve ahaliyi kendisine karşı kışkırtan yobaz bir din adamı olarak bahsetmekte ve Kadıya öfke kusmaktadır. Aslında Kadı İmam Ali Zade, Layard’a bu suçlamaları yaparken hiç de haksız değildir; Layard için İngiltere çıkarları çok önemlidir ve Mezopotamya’da bulduklarını, British Museum’a göndermek ve bölge halkının etnik yapısını öğrenmekle görevlidir. Çünkü İngiltere’nin kurmayı düşündüğü Hindistan ve Kuzey Suriye ticaret hattı için bu yolun güvenliği, bölgede yaşayan aşiretlerle ilişkilerin sıkı tutulmasına bağlıdır. Layard, yaptığı kazılardan dolayı Osmanlı yöneticileri tarafından o kadar çok uyarı almıştır ki Mezopotamya’daki talanına bir süre ara vermek zorunda kalmıştır. ‘’Majestelerin’den başka bir çağa ait bu eseri gereken saygıyla incelememi ve bunu kesinlikle her ne bahane olursa olsun başka bir yere taşımamamı emreden anlaşılması güç bir mesaj aldım. Bu bölgedeki kazıların durdurulmasını ve benimle bu konuyu konuşmayı istiyordu’’ Layard’ın aktardıklarından arkeolojinin bir bilim dalı olarak doğma aşamasında Osmanlı yöneticilerinin arkeolojik araştırmalara açık olduğunu fakat eserlerin varoluş mekânlarında kalması gerektiğini de Osmanlı valilerinin savunduklarını anlamaktayız (Resim 4 Nimrud kazılarından).

Devamı yarın…

 

 

 

…Dünden devam

MEZOPOTAMYA ESERLERİ, AİT OLDUKLARI TOPRAKLARDAN SÖKÜLÜP ÇALINIYOR

Dönemin Fransa Güzel Sanatlar Bakanı talimatı vermiştir: “Horsabad’tan çıkartılan tüm eserler, Paris’e gönderilecektir” . Acı olan şu ki; Mezopotamya eserlerinin Avrupa’ya taşınması konusunda adeta yarışın yaşandığı 1850’li yıllarda sözde bilimsel inceleme kisvesi adı altında taşınan eserlerin toprak altından çıkarıldıktan sonra bir daha Mezopotamya topraklarını göremeyecek olmalarıydı. Victor Place, eserlerin Paris’e taşınması için hareket planını hazırlamış; hesaplamalarını yapmıştı. Kendinden önce bölgeye gelen seleflerinin yolunu izleyecekti. Büyük eserleri, altı parçaya bölerek sallarla nehirden geçirecekti. Fransa, Viktor Place’ın Horsabad’tan çıkarttığı eserlerin taşınması için büyük tonajlı bir gemi kiralamış; eserlerin getirilmesi için hiçbir masraftan kaçınılmaması talimatını vermişti. Yalnız Victor Place’ın hiç hesaba katmadığı bir olay gelişti. Fırat ve Dicle’nin birleştiği Kurna dolaylarında yani Şattü-l-Arap’da yöre halkı, Viktor Place’ın Fransa’ya sallarla kaçırmaya çalıştığı devasa heykelleri, nehrin sularına batırdı. Ait olmadığı topraklarda ahkâm kesmeye çalışan Viktor Place, yöre halkını bu davranışlarından ötürü yöre insanını korsan ilan etti. Place, o günü, günlüğüne ‘’Korsanların saldırıları karşısında kayık yarılarak dikey biçimde battı. Kıyıya yanaştırılan diğer iki salın akıbeti de bundan daha iyi olmadı” notunu eklemiştir.

Her ne kadar çok sonradan sistemli kazılara geçilmiş ve arkeoloji sistematik bir bilim dalı olarak yerini almış olsa da; halen kaçak kazılarla eserler bulundukları topraklardan koparılmak da; kendi medeniyetlerine ait olmayan bu eserleri sergileyen Avrupa ve Amerika’da bulunan müzeler, her yıl ziyaretçi akınına uğramak da ve müzeler bu eserlerin sergilenmesinde inanılmaz paralar kazanmaktadır. Kazanılan yalnızca müze sergilerinden elde edilen para değil tabi ki; ‘‘bilgi’’ geçmişten günümüze en değerli şeydir. Bilgi sizi, yaşadığınız dönemin en güçlü ülkesi yapacağı gibi gelecek nesillere de bu bilgiyi aktararak kendi kültürünüzün ön plana çıkmasını sağlayacak ilkeleri yeni nesillere ustalıkla işlemenizi kolaylaştıracaktır. Bilginin, zihnin veya karakterin şekillendirilmesinde, bir kalıba sokulmasında, eğitim ve öğretim olarak yapılan tüm tanımları içerdiğini düşündüğümüzde ise; kültürel zenginliğimizi özümseyerek yetişen yeni nesiller milli kültürle benzenmiş ve evrensel bakış açısıyla donanmış olacaktır. Anadolu’nun antik çağdan günümüze kadar tüm kadim medeniyetlerinin harmanlanmasında şüphesiz Arkeoloji Bilimin katkısı gözardı edilemez. Arkeoloji Bilimi kendi kültürünün kalıntılarını bulmaya çalışan Avrupa odaklı değil, Anadolu topraklarında yetişen Arkeologların öncülüğünde gelecek nesillere aktarıldığında Arkeoloji Bilimi için otör kabul edilen insanlar Batıdan değil, Anadolu Coğrafyasından çıkmış olacaktır.

SON

    Array
    Sibel Kibar Can
    • 5
    • 1
    • 0
    • 0
    • 0
    • 0

    BENZER HABERLER

    (19ARALIK) MEZOPOTAMYA’NIN KÜLLERİ haberi

    (28 OCAK) Uğurlu Hastanesi’ne sahip çıkalım artık

    (19ARALIK) MEZOPOTAMYA’NIN KÜLLERİ haberi

    (28 OCAK) Neymiş bu E-Spor

    (19ARALIK) MEZOPOTAMYA’NIN KÜLLERİ haberi

    (27 OCAK) Z Jenerasyonu

    (19ARALIK) MEZOPOTAMYA’NIN KÜLLERİ haberi

    (27 OCAK) Sihirli sözcükler

    (19ARALIK) MEZOPOTAMYA’NIN KÜLLERİ haberi

    (26 OCAK) “Hakkari’de hayat var” ile nice yürekten dokunuşa

    (19ARALIK) MEZOPOTAMYA’NIN KÜLLERİ haberi

    (26 OCAK) İmparatorsuz imparatorluklar çağı da sona erdi

    BİR CEVAP YAZIN

    Bu habere yorum yazmak ister misiniz ? Cevabı iptal et

    E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

    YORUMLAR • 1

    1. Homeros Hayyam • 20 Aralık 2019 - 15:55

      Yurt dışına kaçırılan eserleri yerine koymak şimdilik mümkün olmasa da, iki yüzlü batının arkeolojiyi kendi çıkarları doğrultusunda kullanmasına izin vermemek, kafir ile savaşın bir diğer yönüdür. Yapmamız ve yazmamız gereken bir çok iş dururken, önümüze koydukları akademik, siyasi, ekonomik vs. engeller bizi yavaşlatsa da durmamamız gerektiğini bilmeliyiz.

      Bu arada Pink Floyd’un High Hopes’u gayet masum bir şarkıdır. Bana göre 1969 yapımı Ummagumma albümünde bulunan “Carefull with That Axe, Eugene” ve Set the Controls for the heart of the Sun” adlı şarkılar “psychedelic” konusunda zirve yapmış şarkılardır. 33 yıllık bir Pink Floyd dinleyicisi olarak haklarında okumadığım bilgi dinlemediğim (konser kayıtları dahil) şarkıları kalmamıştır.
      Benzer bir tarz olarak Alman “Psychedelic Rock” grubu “Eloy”un Atlantis’in batışını konu edindiği “Ocean” albümü favorilerimdendir.

      Fakat yenilerde öğrendiğimiz zehirli frekans 440 Hertz bunların neresinde, buna da açıklık getirmek gerek.

      Yolumuz uzun, zamanımız kısa.

      Allah cümlemize kolaylık versin.

      Kolay gelsin.

      • Cevapla

    HABER AKIŞI

    28 OCAK 2021 Haberi

    İlk Sayfa | 10:29 28 OCAK 2021

    SANAYİDE KORKUTAN YANGIN Haberi

    Video Haber | 10:27 SANAYİDE KORKUTAN YANGIN

    (28 OCAK) Uğurlu Hastanesi’ne sahip çıkalım artık Haberi

    Köşe Yazarları | 10:17 (28 OCAK) Uğurlu Hastanesi’ne sahip çıkalım artık

    (28 OCAK) Neymiş bu E-Spor Haberi

    Köşe Yazarları | 10:16 (28 OCAK) Neymiş bu E-Spor

    ‘Kar’onavirüs harekete geçirdi Haberi

    Genel | 10:15 ‘Kar’onavirüs harekete geçirdi

    AK Parti il yönetiminden Cide çıkarması Haberi

    Genel | 10:14 AK Parti il yönetiminden Cide çıkarması

    Çıvgın: Milletin derdi karnını doyurmak Haberi

    Genel | 10:13 Çıvgın: Milletin derdi karnını doyurmak

    Fırsatçılara ceza yağdı Haberi

    Genel | 10:12 Fırsatçılara ceza yağdı

    ‘Gecikmiş atamaları gerçekleştirin’ Haberi

    Genel | 10:11 ‘Gecikmiş atamaları gerçekleştirin’

    İhtiyacımız olan şey birlik ve beraberlik Haberi

    Genel | 10:10 İhtiyacımız olan şey birlik ve beraberlik

    © 2020 Doğrusöz Gazetesi. Tüm hakkı saklıdır. İzinsiz ve kaynak gösterilmeden kullanılması yasaktır.

    error: İçerik Koruma Altında.